ANA SAYFA

Karamsarlığa düşmeyelim

(Chris Harman)

Geçen ay ölen Tony Cliff, karmaşık soyut fikirleri anlaşılır kılmak üzere somut benzetmeler kullanırdı. Bu konuda çok hoş bir ustalığı vardı. Cliff, 10 yıl kadar önce "1990'ların 1930'ların yavaş çekimine benzediğini" söyledi. Her benzetme (metafor) gibi bu benzetme de tam bir bilimsel açıklamadan ziyade, tarif edilen olgunun belirli yönlerini vurguluyordu. Birbiri ardına gerçekleşen ekonomik krizlerin toplumun tabanında yarattığı etkileri özetliyordu. Bu durum, Avrupa örneğinde görüldüğü gibi savaştan bu yana görülmemiş düzeyde politik bir kutuplaşma yaratıyordu.

Bir tarafta faşist ve ırkçı hareketlerin büyümeyi başardıklarını ve en genel düzeyde politik hayata müdahale edebildikleri görüyorduk. Fransa'da Le Pen yükseliyor, Almanya'da Nazi örgütleri bir dizi ırkçı saldırılara girişiyordu. Diğer tarafta çok sayıda genç insan ve işçinin bilincinde politik olarak sola kayışın işaretleri vardı. Bazen işyerlerinden hızla yükselen eylemler bu duruma eşlik etmekteydi. Bu özellikleri ile 1990’lar 1930'lara çok benziyordu. Ancak, olayların hızında önemli bir fark vardı.

1930'larda bu süreç on yıla yayılırken, bu sefer daha uzun zamana yayılacaktı. Ekonomik kriz 1990’ların başlarında 1929-34 bunalımında olduğu kadar derin değildi. Çünkü ABD, halen ekonominin belirli bir düzeyin altına düşmesini engelleyecek kadar silahlanma harcaması yapmaya devam ediyordu. Henüz orta sınıflar, 1930 Almanya’sında ve Merkez Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, açlık sınırına düşmemişti ve bu nedenle sağa doğru radikalleşme de 1933'de Hitler'i iktidara getiren boyutlarda değildi. Faşistler henüz aldıkları onca oyu sokakların kontrolü için savaşan silahlı çetelere (Stormtroopers) dönüştüremiyordu.

Soldaki radikalleşme de henüz 1930'lar düzeyinde değildi. 1931 ve 1936 İspanya devrimlerinde, 1936 Haziran Fransa fabrika işgallerinde ve 1936-37 yıllarında ABD'de kitle sendikacılığının hızla yükselmesine benzer örnekler yaşanmıyordu.

Ancak bunların hiçbirisi milyonlarca insanın yaşadığı öfkeyi ifade edişteki benzerlikleri ortadan kaldırmıyor. Milyonlarca insan kendisini ifade ederken, çelişkili bir biçimde, sola veya sağa doğru kayıyor. 1930'lardan öğrenilmesi gereken ders halen geçerliliğini koruyor. Eğer devrimciler çok daha geniş kitlelere liderlik yapabilecek kapasitede örgütler inşa edemezse bu hoşnutsuzluktan kazanç sağlayanlar Neo-Naziler olacaktır.

Bugün genel olarak iki yanlış yaklaşımla karşı karşıyayız. Birincisi, sol fikirleri terkedip “piyasa ekonomisi zaferinin” sarhoşluğu içinde üretilen içi boş iyimserlik. İkincisi ise kapitalizm ve özel olarak ABD emperyalizminin her türlü muhalefeti ortadan kaldırdığını iddia eden soldaki kötümserlik.

Bugünü açıklamak ve görevleri belirlemek açısından, 1990’ların 1930’ların yavaş çekimi olduğu benzetmesi, bizi bu iki savrulma karşısında güçlendiren çok önemli bir formülasyondur.

New Left Review (Yeni Sol Değerlendirme) Dergisi editörü Perry Anderson son sayıda yayınlanan “Editörün Sözü” yazısında bu kötümserliği mantıksal sonucuna götürüyordu. "Sosyalizm yaygın bir ideal olmaktan çıktı. Marksizm artık solda egemen olan kültür değil. Hatta emek yanlısı bakış açısı bile dağıldı... Son on yılın en temel öğesi... neo-liberalizmin tam anlamıyla hiçbir muhalefetle karşılaşmadan güçlenmesi ve küresel yayılımı. Reformasyon döneminden bu yana ilk kez Batı'nın fikirsel hayatında ve dünyanın geri kalan bölgelerinde önemli bir muhalefet yok.”

Muhalif yeni sesler

Cliff'in analizi ise çok farklıydı. O, 1960'ların sonu ve 1970'lerin başında anti-kapitalist hareketlerin düştüğünü çoğu insandan önce gördü. 1980'lerde işçi hareketinin yaşadığı yenilgilerin ciddiyetini asla gizlemeye çalışmadı. Bu durumu özellikle Britanya'da madenci grevi ve matbaa işçilerinin yenilgisi sonrasında ifade etti. Ancak Cliff, sisteme karşı muhalefetin yeniden ortaya çıkmasına neden olan yeni bir çalkantılı döneme girdiğimizi de gördü. Sistemin görünürdeki dönemsel istikrarı, hızla ekonomik ve politik krizlere yol açacaktı. Toplumun tabanında çaresizlik, tavanında da sürekli yenilenen ideolojik ve politik bölünmeler gerçekleşecekti.

Kapitalist devletin artık öneminin kalmadığını iddia eden neo-liberalizm, sosyal güvenlik harcamalarından kesinti yapılarak kaynakların kapitalistlere aktarılmasında işe yarayan bir ideoloji. Ancak büyük kapitalistler önemli iflaslar gerçekleşirken kendi ideolojilerine aldırmaksızın kurtarılmak üzere hemen devlete sarılıyorlar. Bu durum kapitalistler ve onların politik temsilcileri arasında keskin çatışmalara neden olur. Ayrıca, ulusal üslere sahip uluslararası şirketlerin dünyayı kontrol etme çabaları, kendi devletleriyle aralarındaki ilişkilerde daha az değil daha fazla çatışmalara yol açar. Bunun sonucu küresel istikrarsızlık ve beklenmedik savaşlar olur.

Cliff aynı zamanda uluslararası düzeyde solun büyük çoğunluğunun görmediği bir şeyi kavradı. Sağ sosyal demokrat politikacılar bu radikalleşme dalgasıyla ilk yükselenler olabilir. Ancak onların daha solunda güçlü dalgalar yaratabilir. Anderson gibilerin kötümserliğine rağmen yeni bir anti-kapitalist muhalefet ortaya çıkar. Bütün bu süreç 1930'lardan çok daha yavaş bir hızla gerçekleştiği için sistemin istikrarlılık kazandığını düşündürten zaman ve yerler olacaktır. 1990'ların ortasında bu durum Doğu Asya için geçerliydi. O dönemde coşkulu gazeteci ve politikacılar, Doğu Asya'nın “dünya sisteminin geleceği” olduğunu iddia ediyorlardı. 1990'ların sonunda ABD'nin yaşadığı genişleme döneminde yine aynı insanlar bu yeni durumun sonsuz bir zenginlik dönemi anlamına geldiğini iddia ediyorlardı. Böylesi iddialar her zaman olduğu gibi soldaki bir kısım insanın da kafasını karıştırıyor.

Sosyalistler için yol basit ve düzgün değil. Dolambaçlar ve geriye gidişleri içeriyor. Her seferinde ileri doğru giderken maniklik (kişinin sevinç, güven ve her türlü aktivitesinin normal olmayan biçimde arttığı ruhsal hastalık durumu), geri doğru giderken depresiflik (ruhsal olarak çöküntü durumu) dönemlerini dönüşümlü olarak yaşama riski var. Bu dönemde 1990'ların 1980'lerden farklı olmadığına karar verip, umutsuzluk bataklığına çekilmek ve sosyalist propagandizm için aktivist politikaları terk etmek cazip hale gelebilir. Ancak 1990’ların sonuna gelindiğinde yeni muhalif sesler duyulmaya başlandı. Her ne kadar yeniler her zaman eskilerin 30 yıl önce söyledikleri şarkıları söylemeseler de eski ile birlikteydiler. Dünya Ticaret Örgütü'ne karşı Seattle'da gerçekleştirdikleri gösterilerle dünya çapında bir etki yarattılar.

Aslında 1990'lar bir çok yönden tahmin edilenden çok daha istikrarsızdı. 1980'lerde dünyanın yükselen ekonomik gücü olan Japonya, 1990'larda karaya oturdu ve sekiz yıldır süren ekonomik daralmadan kaçış yolu bulamıyor. Birleşme sonrası Almanya çok marjinal bir iyileşme yaşasa da Avrupa çapında işsizlik oranlarının yüzde 10'un üzerine çıkmasına yol açtı. Sadece on yıl öncesinde dünyanın ikinci büyük süper gücü olan eski SSCB ekonomisi 1930'ların başlarında ABD ve Almanya'yı vuran krizden de daha derin bir ekonomik düşüş yaşadı. 1990'lar, Latin Amerika'da "kaybedilen on yıl" olarak adlandırılıyor. 1997'de Doğu Asya "mucizesi" ani bir sona ulaştı. Afrika ülkelerinin çoğunda son 30 yıldır kişi başına üretim düşmesi, yetersiz beslenme, arka arkaya yaşanan kıtlıklar ve bazı anahtar ülkelerdeki hayatta kalma oranlarında büyük düşüş yaşanıyor.

90’ların sonunda burjuva ekonomistlerinin ABD'deki ekonomik genişlemeyi bu kadar abartmalarının en önemli nedeni ABD’nin kapitalist dünya haritasındaki tek parlak nokta olması. Burjuva ekonomistlerin çoğunluğu hisse senedi fiyatları gerçeklerle yüzleştiğinde bu ışığın da sönmeye başlayacağını biliyorlar.

Dünyanın bir çok yerinde politik istikrarsızlık ekonomik istikrarsızlığın hiç de aşağısında kalmadı. Geçen on yıl batılı güçlerin Irak'a karşı savaşıyla başladı, Sırbistan'a karşı savaşıyla son buldu. Afrika'nın çoğunluğu, Balkanlar ve eski SSCB'nın güney kuşağı iç savaşlara kasıp kavruldu. Rusya Çeçenistan'a karşı iki kez barbarca bir savaş gerçekleştirdi ve nükleer güç sahibi iki ülke, Hindistan ve Pakistan, 1999 yazında topyekün bir savaşın eşiğine geldiler.

Eğer dünyada sadece ekonomik ve politik istikrarsızlık yaşanmış olsaydı Cliff'in 1990'ların başında yaptığı benzetme doğrulanmış olmazdı. 1930'ları karakterize eden sadece korku ve dehşet değildi; İspanya ve Fransa gibi ülkelerde, nihai olarak yenilmiş olsa da, işçi sınıfının bu dehşet karşısında direncinin yükselmesiydi. Ne mutlu ki 1990'lar bazı önemli ülkelerde mücadelenin yeniden doğuşuna şahit oldu.

İşçi hareketinin yeniden canlanışı

1990'ların başı ve ortalarında Almanya'da 1960'lar ve 1970'lerde görülmeyen büyüklükte yeni grev hareketleri yaşandı. İtalya'da bir genel grev ve kitlesel gösteriler Berlusconi hükümetini düşürdü. Bir günlük genel grevler Kanada'nın bir kentinden diğerine sıçrayarak yayıldı. Yunanistan ve Güney Kore'de grev dalgaları yaşandı. Endonezya'da kendiliğinden gelişen ve bir ayaklanma noktasına çok yaklaşan hareket Suharto rejimini devirdi. Fransa'da 1995 Kasım-Aralık aylarında, Juppe hükümetinin neo-liberal programına karşı çok büyük grev ve gösteriler yaşandı.

Özellikle, bu sonuncusu sadece ekonomik bir olay değildi. İçinde her türlü sol politik hareketin yükselmesini sağlayan bir hava yarattı: Okullarda çok büyük öğrenci ve öğretmen mücadeleleri, hükümetin yurtdışı etmeye çalıştığı göçmenleri destekleyen gösteriler, faşist Ulusal Cephe Partisi ile çatışan kitlesel gösteriler, ekolojik yıkıma karşı protestolar, haftalık çalışma saatleri konusunda kamyon sürücülerinin yolları kapatması; Seattle protestosuyla dayanışmak üzere 60 bin kişilik bir gösteri; Avrupa Parlementosu seçimlerinde Troçkist adaylar için 1 milyon kadar oy; henüz anti-kapitalist diyemesek de anti-neo-liberal olan Attac gibi bir hareketi destekleyen 60 bin kişi.

Kapitalizmin tarihinde çok sıkça rastladığımız bir sürecin işlediğini görebilirsiniz. İşçi hareketinin aniden canlanması yeni, daha radikal bir düşünme biçimine sahip aydınların ve öğrencilerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Bu da işçi hareketini tekrar geri besleme potansiyeline sahip. 1840'lar, 1860'lar, 1880'ler, 1917 sonrası, 1930'lar ve 1960'ların sonunda böyle oldu. Anderson gibi akademik marksistler bu işleyişi göremiyorlar. Çünkü “yeni fikirler sosyal güçlere değil, sosyal güçler yeni fikirlere yol açar” gerçeğini kabul etmiyorlar.

Fransa'da 1934-36 tarihi ile benzerlikler var ancak Cliff'in formülasyonun iddia ettiği gibi bu sadece "yavaş çekim" halinde. Fransa'da 1995 kışı sonrasında geçen dört yıl içinde mücadele dalgası en üst düzeyine ulaşmadı. Haziran 1936’daki fabrika işgalleriyle karşılaştırılabilecek bir durum kesinlikle yok. Karşılaştırırsak, 1934'den dört yıl sonra hareket inişe geçmişti bile ve 1940 baharında Petain hükümeti iktidara geldi.

Cliff'in metaforunda vurguladığı gibi her ne kadar 70 yıl öncesine benzer güçler süreç içinde işliyor olsa da bizlerin bu güçlerle baş etmek ve farklı bir sonucu garantilemek için daha fazla zamanı olması bir şans. Ancak bu dönemin sunduğu fırsatları değerlendirememenin bedeli daha da ağır olabilir.

 

bu yazının orjinali www.idep.tc sayfasıdnan alınmıştır.

 

Marksist gelenek hangisi: Sosyalizmin iki ruhu

Marksizmin en temel metni olan Komünist Manifesto 1848’de Marks ve Engels tarafından yazıldı. Marks’ın “başka her şey yoruma açık, ancak bu bir yasa” diye değerlendirdiği Manifesto’nun hareket noktası “işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağı” fikriydi:

“Bundan önceki bütün tarihsel hareketler, azınlıkların ya da azınlıkların çıkarları için varolan hareketlerdi. Proleter hareket ise bilinçli bağımsız büyük çoğunluğun bu çoğunluğun çıkarı için olan hareketidir.”

Manifesto’nun yazılmasından sonra geçen 150 yıl boyunca Marksist hareket içinde çeşitli bölünmeler yaşandı. İşçi hareketinin teorisi olan Marksizm işçi sınıfına karşı bir silaha bile dönüştü.

Marks bile ölümünden 4-5 yıl önce Alman sosyalist akademisyenlerden Eugen Dühring’le yaptıkları tartışmalara atıfta bulunarak “bildiğim tek şey var, o da Marksist olmadığım” diyordu.

Kendisini Marksist olarak tanımlayanlar tarih boyunca temel olarak iki ayrı kutupta yer aldılar. Örneğin Doğu Avrupa ve SSCB’nin çökmesi bu kamplardan bir tanesinde umutsuzluğa ve üzüntüye neden olurken diğerinde umutların artmasına ve sevince yol açtı.

Kendisini “sosyalist” olarak tanımlayan bu iki kamp aslında iki ayrı geleneği temsil ediyor. Ancak farklı gelenekleri temsil eden bu kamplar son yüzyılın büyük bölümünde birbiriyle karıştırıldı. Doğu Bloku’nun çökmesinin ardından biri ölen, diğeri ise canlanan bu iki geleneği birbirinden ayırabilmek çok önemli. Çünkü eğer ölü olanı yaşayandan ayıramazsak, ölmüş olan gelenek yaşayan geleneği de boğacaktır.

Ütopik sosyalistler

Tarih boyunca sömürünün olduğu her toplumda sömürünün ortadan kalkması için mücadele eden insanlar da oldu. Özgürlük, barış ve daha iyi bir yaşam isteyen bu insanların çeşitli ütopyaları (ideal toplum modelleri) vardı. Bazılarının ütopyası ancak ölümden sonra, “cennette” gerçekleşecekti. Bazıları ise ütopyalarının bu dünyada gerçekleşebileceğini düşünüyorlar, ideallerindeki toplumu yaratmak için çabalıyorlardı.

Marks’ın sosyalizminin temelinde Alman felsefecileri, İngiliz iktisatçıları ve Fransız ütopik sosyalistlerinin fikirleri vardır. Bu üç alandaki bilgileri eleştirip geliştirerek bilimsel sosyalizm fikrine ulaşır. Yani Marks ütopik sosyalistlerin daha iyi ve kolektif bir dünya fikrini sahiplenir ancak onların elitist ve anti-demokratik yönlerini acımasızca eleştirir.

Ütopik sosyalistlerin en ünlülerinden biri Robert Owen’dır. Sanayi Devrimi sırasında yaşamış ve çevresinde gördüğü vahşi sömürüden çok etkilenmişti. İşverenleri ikna ederek hayal ettiği toplumu kurmak istiyordu. Yardımsever işverenler sayesinde sefalet içinde sürünen işçilerin eğitim almasını, rahat koşullarda çalışmasını, sanatla tanışmasını sağlayabileceğini düşünüyordu. Hatta İskoçya’da Lanark yakınlarında tam hayal ettiği gibi bir fabrika kurdu. Ancak Owen’ın diğer işverenlere örnek olacağını düşünerek kurduğu bu fabrika ne diğer işverenler ne de genel olarak sistem üzerinde hiç bir etki yaratmadı.

Ütopik sosyalistler önceden hazırlanmış bir toplum modelini gerçekleştirme hayali içindeydiler. Topluma tepeden bakan, kendilerini kurtarıcı olarak gören ütopistler toplumun aşağıdan dönüştürülmesi fikrine karşı düşmanca yaklaşıyorlardı.

Marks’ın farkı ne?

Marksizm, eğitim yoluyla diktatörlük önerenlere, kurtarıcı diktatörlere, devrimci elitistlere, komünist otoriterliğe, iyilikseverlere ve burjuva liberallere karşı bilinçli bir mücadele sonucunda ortaya çıktı.

Marks ilk kez sosyalizm ve demokrasi fikrinin içiçe geçmesini sağladı. Marks sömürünün toptan ortadan kaldırılabileceğini iddia ediyordu. Sanayi Devrimi sayesinde kapitalist toplum öncesinde çok düşük olan üretim düzeyi artık herkese yetecek kadar üretmeyi mümkün hale getirmişti. Üretimin toplumsal olarak insanların ihtiyacına uygun bir şekilde gerçekleşmesi ve dağıtılması, başkasının emeği üzerinden zenginleşmenin suç sayıldığı bir toplum Marks’a göre artık bir ütopya değildi.

Sosyalizme nasıl ulaşılacak?

Böylesi bir topluma nasıl ulaşılacaktı? Kapitalizmin yıkılıp yerine sosyalizmin gelmesi kaçınılmaz bir süreç miydi? Sanayiciler, toprak sahipleri, bankerler aniden bu korkunç yoksulluk içinde kendilerinin sahip olduğu zenginliğin ne kadar haksızca bir şey olduğunu fark edip birden imana mı geleceklerdi?

Marks ve Engels Komünist Manifesto’da şöyle diyorlardı:

“Şimdiye kadar bütün toplumların tarihi sınıf mücadelesinin tarihidir. Özgür insan ve köle, efendi ve köle, lonca sahibi ve ustabaşı; bir diğer değişle baskı yapan sınıf ve baskıya maruz kalan sınıf kimi zaman gizli, kimi zaman açık ama sürekli mücadele içinde birbirinin karşısındadır; ve her mücadele ya toplumun devrimci yeniden yapılanmasıyla ya da çatışan sınıfların birlikte çöküşüyle sonuçlanır.”

Marks genç yaşından itibaren sınıf iktidarının ne kadar acımasız olduğunu görüyordu. Yönetici sınıfın nasıl bir vampir gibi davrandığını gözlemledi. Emdikleri kan onları daha fazla kana susatıyordu. Vampirler gibi onlar da yalvarmaktan anlamıyorlardı.

Marks’ın kapitalist sistemle işbirliği yapanları yerden yere vurmasının nedeni sistemin ortadan kalkmasını ve yeni bir sosyalist toplum yaratılmasını daha zor ve uzak hale getiriyor olmalarıydı.

Sosyalizmi kim kuracak?

Sosyalizmi ancak işçi sınıfının kurabileceğini söyleyen Marks ve Engels günümüzde de sıkça karşılaştığımız bir argümanla karşı karşıyaydılar:

“İşçi sınıfı gerici, eğitimsiz, ırkçı, kirli, bayağıdır. Böyle bir sınıf nasıl olup da sömürüden ve korkudan arınmış yeni bir toplum yaratabilir?”

Bu tür yaklaşımlara karşı sert tepki gösteren Marks, bu sömürü sisteminin sömürenleri canavarlaştırdığı gibi sömürülenleri de zavallılaştırdığını biliyordu. Yüzyıllardır süren sömürünün kitleleri kirlettiğini görüyordu:

“Bu devrim zorunludur. Çünkü yönetici sınıfı başka yolla yıkmak mümkün değildir. Ancak devrimin zorunlu olmasının nedeni sadece bu değildir. Yönetici sınıfı alaşağı eden sınıf kendisini yüzyılların pisliğinden temizlemeyi ve yeni bir toplum kurmaya uygun hale gelmeyi yalnızca devrim sırasında başarabilir.”

Daha 29 yaşındayken ‘Alman İdeolojisi’ adlı kitabında bu düşüncelerini yazıya döken Marks’a göre, sosyalizm için “işçi sınıfının yüzyılların birikmiş pisliğinden kurtulması” gerekiyordu. Bu da ancak ve ancak kitlelerin bizzat içinde oldukları bir devrimle mümkündü.

Marks, kitleler harekete geçtiğinde, yani kendi kendilerini kurtarmaya çalıştıkları sırada, “eğitimcileri de, kendilerini de eğiteceklerdir” der. Bu nedenle işçi sınıfının kendi kendini kurtaracağı tezi marksizmin en ‘olmazsa olmaz’ parçasıdır. 1864’de Birinci Enternasyonal'in prensiplerini yazarken Marks’ın ilk cümlesi şöyleydi:

“İşçi sınıfının kurtuluşunun işçi sınıfının kendisi tarafından gerçekleştirilmek zorunda olduğundan hareketle...”

Bu cümle, Birinci Enternasyonal üyelik kartlarının üzerinde yazıyordu. Enternasyonal'in kuruluşundan 7 yıl sonra Paris işçileri ayaklandı. Yüzyılların pisliğini üzerlerinden attılar ve 70 gün için bile olsa sömürü ilişkisinden tamamen koparak kendi yönetimlerini kurdular. Marks, Paris Komünü’nü değerlendirirken hep “işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olduğu”nu ısrarla vurguladı:

“Devrimi, kendi elleriyle gerçekleştirdiler ve başarı kazandığında da kendi ellerinde tutmanın araçlarını oluşturdular. Yönetici sınıfın devlet mekanizmasının yerine kendi yürütme mekanizmalarını getirdiler. Bu onların affedilemez suçlarıydı.”

Sosyalizm bir kader değil

“Kapitalizmin eninde sonunda yıkılacağını ve yerine sosyalizm geleceğini” düşünenler Marksist değildir. Marks’a göre kapitalizmin yıkılmasında anahtar role sahip olan ekonomik krizler, işçi sınıfı bedelini ödemeye razı olduğu sürece yıkıma yol açmaz. İşsizliğin, yoksulluğun artması koşuluyla kapitalizmin aşamayacağı kriz yoktur. Önemli devrimcilerden Rosa Lüksemburg’un koyduğu ikilem duruma açıklık getiriyor: “Ya barbarlık, ya sosyalizm.”

Dünyanın hangi yöne gideceğini belirleyecek olan sınıf mücadelesidir. Devrimciler ise bu mücadelede işçi sınıfı tarafının güçlenmesi için çaba harcarlar.

Marks “insanlar kendi tarihlerini yaparlar ancak kendi tercih ettikleri koşullarda değil” der.

Sosyalistler sınıf mücadeleleri sırasında aldıkları tutumlar nedeniyle ayrıştılar. Bu ayrışmalarda iki taraf iki ayrı kutupta yer aldı. Bir kutupta sosyalizmin işçi sınıfının kendi eseri olacağı ilkesine bağlı kalan, bu nedenle aşağıdan sosyalizmi savunanlar yer aldı. Diğer kutupta ise değişimin ancak yukarıdan mümkün olduğunu düşünenler var. Bu taraftakiler yalnızca kendilerini iktidara taşıyacak kadar kitle hareketine sempatiyle yaklaştı, daha fazlasını ise kendilerine karşı bir tehdit olarak gördü.

Sosyal demokratlarla yollar ayrılıyor

Daha ölmeden 4-5 yıl önce “bildiğim tek şey var, o da Marksist olmadığım” diyen Marks’tan sonra da marksizm adına başka fikirler savunuldu. Marks’ın 1883’de ölümünden sonra işçi hareketinin, kitlesel sendikaların, sosyalist gazetelerin, spor klüplerinin, çeşit çeşit toplulukların liderleri artık devrim talebinin aşırıya kaçtığını düşünmeye başladılar. Yeni kazanılmış seçim hakkını kullanarak iktidarı elde edebileceklerini ve devrim gibi karmaşık ve kanlı bir süreci yaşamaksızın sosyalist uygulamaları yaşama geçirebileceklerini sanıyorlardı.

1890’ların sonunda Edward Bernstein, daha sonra birçok kişinin yaptığı gibi, sistemin yavaş yavaş ve barışçı bir şekilde değişebileceğini vaaz etmeye başladı. Yapılması gereken tek şey seçimde oy kullanmaktı. Bu liderler açısından milyonlarca işçinin kendilerini sokaklarda ve işyerlerinde özgürleştirmesi hoş bir şey değildi ve hatta tehlikeliydi de.

Lüksemburg, o dönemde kendisine ‘Marksist’ diyen bu liderliğe karşı tartıştı. "İşçi sınıfının değişmesinin ancak kendi eylemi sırasında mümkün olduğu, bu nedenle de bizzat işçi sınıfı tarafından gerçekleştirilecek kitlesel eylemler ve devrim olmadan kurtuluşun mümkün olmayacağı" prensibini bir kaplan gibi savundu.

Devrimin gereksizliğine inanan bu gelenek ile gerçek Marksist geleneği savunanların yolları 1914’de ayrıldı. O zamana kadar marksizmin en önemli ismi olan Kautsky liderliğindeki sosyalistler Birinci Dünya Savaşı’nda kendi yönetici sınıflarını destekledi. Böylece işçi sınıfının uluslararası düzeydeki ortak çıkarlarına ihanet ederek farklı milliyetlerden işçilerin birbiriyle savaşmasına onay verdiler.

Lenin ve Lüksemburg bu dönemde kendisini sosyalist olarak gören ve tanımlayan diğer kampa karşı acımasızca tartıştılar. Kautsky liderliğindeki diğer kamp artık Marksist gelenekten sapmıştı. Artık gerçek sosyalistler için Lüksemburgcu-Leninist olmak bir zorunluluktu. Çünkü Kautsky de Marksist olduğunu söylüyordu, Lenin de. Marksizmin gerçek geleneğini taşıyanlar sınıflar mücadelesinde büyük bir sınavdan geçmişler ve sosyal demokrasiyle yollarını ayırmışlardı.

Lüksemburg Rus işçilerinin 1917 Ekim Devrimi’ni hapishanedeki hücresinden büyük bir mutlulukla karşıladı. Bolşeviklerin Rusya’da gerçekleştirdiği başarıyı Almanya’da tekrarlamaya çalışırken 1919 yılında sosyal demokrat liderlerin emriyle öldürüldü.

Sosyal demokrasinin bu ihaneti Marksistlerle sosyal demokrasi arasındaki farkı daha da belirginleştirmişti.

Rusya’da ne oldu?

Rus işçi sınıfı Marks’ın çağrısını yaptığı, desteklediği şeyi yaşama geçirdiler, devrim yaptılar. Çarlık devletini yıkıp yerine işçi devleti kurdular.

Gerici fikirlere sahip olan tarihçi ve yorumcular bu devrimi Bolşevik Partisi’nin bir darbesi olarak nitelendirirler. Gerçekler ise tam tersini gösteriyor.

Ekim Devrimi Bolşevik Parti’sinin fikirlerinin işçi komitelerindeki (Sovyet) temsilcilerin çoğunluğu tarafından benimsenmesinin ardından gerçekleşmiş, Bolşevik Parti o zamana kadar politik iktidara el koyma girişimlerini engellemiştir.

Ekim Devrimi birçok anti-marksistin iddia ettiği gibi demokrasiyi azaltmamış, aksine burjuva demokrasilerin sınırlarını kökten ve fazlasıyla aşmıştır. Lenin, ‘Devlet ve Devrim’, ‘Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky’ yazılarında, parlamenter demokrasiyi yeterince demokratik olmadığı için eleştirir.

Lenin, seçimlerin sosyalist toplumda en önemli köşe taşı olacağına olan inancını vurgular. Ekim Devrimi sonrası yazdığı yazılarda devamlı olarak devrimin yanlızca işçi sınıfının kendisini kurtarmasıyla mümkün olduğunu anlatır. Ocak 1918’de yapılan ilk Bütün Rusya Sovyet Kongresine yaptığı konuşmasında “işçi kontrolünü yaşama geçirirken tüm Rusya’ya yayılmasının zaman alacağını biliyorduk. Ancak tek bir yolu, aşağıdan değişim yolunu kabul ettiğimizi göstermek istedik. İşçilerin yeni ekonomik koşulların prensiplerini aşağıdan belirlemelerini istedik” diyordu.

Lenin’in özlemleri Marks ve Lüksemburg ile aynıydı. İnandıkları sosyalizm, mücadele içindeki işçilerin bu sömürü sistemini devirmesine dayanıyordu. Bu nedenle Lenin, kendi kendisini kurtarmış bir işçi sınıfı olmaksızın, Rus devrimi ‘mahvolur’ demekteydi.

Rusya’da işçi iktidarı kaybedildi

Tam da bu nedenle devrim mahvoldu. Kendi kendisini kurtaran zaten sayıca az olan Rus işçi sınıfı savaş ve kıtlık sırasında imha oldu. 1921’e kadar geçen sürede devrimi yapmış olan sınıftan geriye kalan sadece üst düzey devrimcilerden oluşan bürokrasiydi.

Kendini kurtaranların yerini daha önce ne başkasını ne de kendisini kurtaran, kırsal bölgelerden gelip çalışmaya başlamış işçiler aldı.

Başta Almanya olmak üzere diğer ülkelerdeki devrimci dalga geriye çekilmiş, devrimler kaybedilmişti. Rusya, emperyalist dünya içinde tek başına kalmış, izole olmuştu.

Fabrika kontrolü, tek adam yönetimine; enternasyonalizm, milliyetçilik ve ırkçılığa; özgür kürtaj hakkı, sıkı kürtaj kontrolüne; eğitim reformu, sisteme uygun robotlaşmış insanlar yetiştiren bir sisteme dönüştü. Devrimle ortadan kaldırılan idam cezası yeniden getirildi. Ayrıcalıklar, hizmetçilik, yönetici sınıf imtiyazları ve üstünlükleri günlük hayatın bir parçası haline geldi.

Rusya’da sovyet demokrasisi yerini bürokratik devlet kapitalisti bir diktatörlüğe bıraktı.

Stalin Lenin’in devamı mı?

O zamana kadar işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağına inanarak yetişen komünistler bundan sonra ütopik geleneğe geri dönerek sosyalizmin ölümsüz babası olarak gördükleri Stalin’in her dediğini sorgulamadan kabul edip uygulamaya başladılar.

Sosyalizmin özü olan “aşağıdan kontrol”, tam tersi olan “yukarıdan kontrole” dönüştürüldü. Ne yazık ki dünyadaki sosyalistlerin çoğunluğu bu durumu göremedi. Tüm dünyaya bu gelişmeler sosyalizm olarak takdim edildi.

Önce Marksizm adına Marksizmin demokratik özü unutuldu, sonra bu prensiple dalga geçilmeye başlandı, daha sonra mahkum edildi, cezalandırıldı.

Proletarya üzerindeki diktatörlük, “proletarya diktatörlüğü” olarak kabul edildi. Muhaliflerin öldürülmesi “demokratik disiplin” olarak kabul edildi. Sosyalizm ve demokrasi arasındaki eşanlamlılık Stalinizm tarafından zıt anlamlara dönüştürüldü.

Sosyalizm karşıtları da Stalin’in SSCB’sinde yaşananlardan yola çıkarak “sosyalizmin demokratik olmadığını”, “her devrimin diktatörlükle sonuçlanacağını”, “Stalinizmin Leninizmin devamı” olduğunu iddia ettiler. SSCB’de yaşananları “eksik de olsa sosyalizm” olarak görenler ya da “başka çare yoktu ki” diyenler ise bu iddialara karşı koyamadılar.

Oysa bu iddiaları çürütmek çok kolaydı. Çünkü 1928-29’dan itibaren SSCB’de işçi iktidarından, yani sosyalizmden söz etmek mümkün değildi. İşçi sınıfı iktidarı yitirmişti.

Kendisini sosyalist olarak tanımlayan Stalin liderliğindeki bürokrasi Lenin’i bir puta dönüştürerek sosyalizm adına kendi sınıf çıkarlarına uygun bir sistem kurdular.

Tanklar Doğu Avrupa’ya ne getirdi?

İkinci dünya savaşı sonrasında Rusya’da yaşanan trajedi bu sefer komedi olarak kendisini tekrar ediyordu. Savaştan zaferle çıkan güçlerin yaptığı bölüşüm sırasında Rusya, Doğu Avrupa’daki altı ülkeyi aldı. Bunlardan hiçbirinde işçi sınıfı kendi kendisini kurtarmamıştı. Onların kurtuluşu Rus süngüsüyle gerçekleşti.

Stalin’in devlet kapitalisti diktatörlüğünün kopyaları Macaristan, Çekoslovakya, Romanya, Bulgaristan, Polanya ve Doğu Almanya’da kuruldu. Ekonomileri büyük Rus emperyalizminin ihtiyaçlarına uygun hale getirildi. İşçiler bu hükümetlerin hiçbirinde yönetici bir role sahip değildi. Batıdaki işçi kardeşlerinin çoğunun sahip olduğu bir çok hakka sahip değillerdi. Beğenmedikleri siyasetçileri bile değiştiremiyorlardı. Tek partili, baskıcı, anti-demokratik rejimler altında yaşıyorlardı.

Bu sisteme karşı her türlü muhalefet, özellikle de işyerlerindekiler, şiddetle bastırıldı. Zaman zaman Macaristan, Çekoslovakya, Polonya ve Doğu Almanya’da çıkan büyük ayaklanmalar ise Rus tanklarıyla bastırıldı.

Çöken sosyalizm miydi?

Sosyalistlerin büyük çoğunluğu 1989’da çöken Doğu Avrupa ülkelerini resmi düzeyde sosyalist bir söyleme sahip olmaları, planlı bir ekonomiyle yönetilmeleri ve özel mülkiyetin yasak olması nedenleriyle sosyalist olarak görüyordu.

Doğu Avrupa’da yaşayan işçiler ise baskı altında olduklarını ve yöneticiler tarafından ezildiklerini biliyorlardı. Onlar için sosyalizm, acımasız bir diktatörlük ve sömürü ile eşanlamlı hale gelmişti. Bürokratik diktatörlüklere karşı ayaklanmalar başladığında yılların birikmiş öfkesi “sosyalizmin sembolü” olarak görülen her şeye karşı bir eyleme dönüştü. Berlin duvarını yıkanlar, kendilerine sosyalizm olarak tanıtılan baskıcılığa, yasakçılığa, yoksulluğa karşı bir festivale gelmiş gibiydiler.

Troçki ve Stalin zıt kutuplarda

Stalin’in karşı devrim sürecine ve uluslararası düzeyde yarattığı hasarlara karşı tek tutarlı ve aktif muhalefet Troçki’den geldi. 1940’da Stalin’in bir ajanı tarafından sürgünde bulunduğu Meksika’da öldürülünceye kadar stalinizmin gerçek Marksist geleneği yok etme çabasını bütün gücüyle boşa çıkartmaya çalıştı. Troçki her olayda “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” prensibinden hareketle tutum alarak Marksist geleneği stalinist mezar kazıcılardan kurtarıp gelecek kuşaklara taşıyabildi.

Troçki ile Stalin arasında binlerce devrimcinin kanıyla dolu bir uçurum var. 1917 Ekim Devrimi’nin liderliğini yapmasına karşın Stalizmin sürgün ve ölüm cezalarıyla yok edilen Bolşevikler, 1927 Çin Devrimin’de kırdırılan komünistler, 1936 İspanya’sında sosyalizm için yola çıkıp Stalin tarafından karşı devrimci ilan edilen militanlar, 1956 Macaristan’ında Rus tanklarına karşı fabrikalarda işçi kontrolünü savunan Budapeşte işçileri, 1968 Prag Baharı’nın özgürlük savaşçıları…

Sosyalizm adı altında SSCB yönetici sınıfının uluslararası çıkarları uğruna feda edilen, zorla bastırılan işçi hareketleri söz konusu olunca kamplar çok belirginleşiyor. Hangi tarafta olduğunuz ortaya çıkıyor. Fabrikalarda işçi kontrolü diyen Budapeşteli işçilerden mi yanasınız, yoksa “sosyalizmin ana vatanı SSCB ve onun başındaki usta” Stalinden mi? İşçi iktidarı diyen İspanya’daki militanlardan mı yanasınız, yoksa “şimdi erken, müttefiklerimizi korkutmayalım” diyen Stalinist partilerden mi?

Aynı anda hem Marks’ı hem de Dühring’i savunamazsınız. Aynı anda Leninist ve Kautskist olamayacağınız gibi. Aynı anda hem Troçkist hem de Stalinist olunamaz. Bu iki gelenek zıt kutuplardadır. Bir tanesi Budapeşte'deki barikatta işçi kontrolü diye savaşanları destekler, öteki tankın içinde sosyalizm adına işçi hareketini ezer.

Gerçek Marksist gelenek yaşıyor

Marks’ın yıllar önce söyledikleri hala geçerli. Halen sömürü düzeninde yaşıyoruz. Kapitalizm halen insanların büyük çoğunluğunun yaşamlarını yok ediyor.

Sosyalistler için acil ihtiyaç devlet kapitalizminin leşini sosyalizmin "yaşayan okulundan" defetmek.

Marks ve Engels tarafından başlatılan, Luksemburg, Lenin, Troçki, Gramşi ve Rus devrimcileri tarafından geliştirilen gerçek Marksist gelenek her zamankinden daha güncel. Sosyalizmin ve demokrasinin eşanlamlı

bu yazının orjinali www.idep.tc sayfasıdnan alınmıştır.

ANA SAYFA